Abbasiler döneminde bir emir, vekilini çağırıp ona “Bağdat’ta pazarcılardan veya diğer esnaftan bize 500 altın lira verecek birini tanıyor musun? Hasat vakti iade ederiz.” der. Vekil, “600 altını olan bir pazarcı dostum var.” der. Emir adamı çağırttırır. Adam emirin sarayına gider. Emir adama “Senin şöhretini, iyi huyluluğunu, mertliğini pek çok kişiden duydum. Herkes ‘Bu efendinin alışverişindeki doğruluğu, Bağdat çarşısında mevcut değil, doğrusu eşi benzeri bulunmaz.’ dediler.” der. Adam emire saygı göstererek tevazu ile hareket eder.
Emir şöyle der: “Bu şehirde pek çok zengin dostlarım olduğunu bilmelisin. Onlara bir işaret yapsam benim alışverişimi bildiklerinden, tereddütsüz istediğim parayı verirler. Fakat şu an senin değerin nazarımda öyle arttı ki seninle benim aramda dostluk olması ve samimiyetin artması için senden 1.000 dinar borç vermeni bekliyorum. 4-5 ay içinde, hasat mevsiminde iade edeceğim. Herhâlde benden bu kadarını esirgemezsin?”
Adam hayâ ve utancından “Ferman emirindir!” deyip ilave eder: “Ben 1.000 veya 2.000 dinarı olan esnaftan değilim. Sermayemin tamamı 600 Abbasi lirasıdır. Onunla kudretimce yaşıyor ve işlerimi çekip çeviriyorum.”
Emir, “Hazinemde yeteri kadar altınım var, fakat maksadım dostluğumuzun pekişmesidir. Samimiyet eseri olarak bu 600 dinarı bana ver, senet karşılığında hasat vaktinin girişiyle, şahitle benden 700 dinar güzelce alırsın.” der. Adam “Nasıl emrederseniz, bu kadar için bir sakınca yok.” der. Ona bir senet vererek elindeki altınları verir.
Senedin vadesinden on gün sonra adam gelip parayı ister. Emir “Senin işini unuttuğumu mu zannediyorsun? Birkaç gün sabret, canımı sıkma, evine bir mutemet kişi ile gönderirim.” der. Adam altı ay bekler, cevap alamayınca başkadıya giderek ondan şer’î bir hüküm ister. Paranın vadesi 1,5 yılı aşıp adam acz içinde kalmıştır.
Bir gün tesadüfen faziletli bir kişinin imamlık yaptığı bir mescide girer. Dua ederek, “Allah’ım ben âcizim, feryadıma yetiş, beni hakkıma kavuştur, zalimden benim hakkımı al.” der. O mescitte oturmakta olan bir derviş ağlamasını duyunca ona acır. Derviş der ki: “Hemen şimdi filanca mahalleye git, minareli mescidin bir kapısı, kapının yanında bir dükkân var, dükkânda yamalı cüppe giymiş, bir şeyler diken bir ihtiyarla, terzilik yapan çırağını göreceksin, dükkâna gir, ihtiyara selam verip yanına otur, başından geçenlerin hepsini anlat, maksadına ulaşınca bana da dua et.”
Adam terziyi bulup başından geçenleri, mescide gidip ağladığı ana kadar ona anlatır. İhtiyar terzi adamı dinledikten sonra, “Kullarının işini Allah rast getirir.” der ve sonra çırağından birine “Kalk, çabuk filan emirin sarayına git, ona, “Filan terzinin çırağı kapıda bekliyor, sana bir haberi var.” diye haber gönder. Seni içeri aldıkları zaman selam ver ve benim selamımı söyledikten sonra, “Filan adam senin zulmünden bize geldi, elinde senden 700 altın lira alacağına dair senedi var, zamanı 1,5 yıl geçmiş, şimdi bu adamın hakkını tamamen ödemeni ve onun gönlünü almanı istiyorum.” de ve hemen bana cevap vermesini söyle.” der. Çocuk hemen kalkar ve emirin sarayına gider. Sonra çocuk döndüğünde “Emrettiğin gibi yaptım, selamını söyledim, emir kalkıp bana selam ve hürmet etti.” diyerek “Git teşekkürümü bildir, ne emrederlerse aynen yapacağım. Hemen ben de altını huzurunda teslim etmek için geliyorum.” dediğini söyler.
Emir, bir saat geçmeden iki uşağı ile gelip dükkânın önünde atından iner. Terziye selam verip elini öper. Hizmetkârdan altın kesesini alarak “İşte altın, bu iyi adamın altınını gasp ettiğimi zannetmeyin, kusur vekillerindi.” der, özür dileyip kesenin ağzını açarak 500 altını sayar. Kalanını da ertesi gün teslim edeceğine söz verir. Emir altını sahibine verir. Pazarcı kendisine yardımcı olan terziye aldığı paranın bir kısmını hediye etmek ister; fakat terzi parayı kabul etmez. Ertesi gün emir evine adam gönderip pazarcıyı sarayına çağırtır; pek çok ikramda bulunur ve kalan 200 altınını da teslim eder.
Pazarcı ertesi gün ihtiyar terziye gider. Kimsenin sözüne kulak asmayan emirin onun sözünü nasıl dinlediğini merak ettiğini sorar. Terzi ona hikâyesini anlatır:
“Otuz yıldır bu mescidin minaresinde ezan okurum, kazancım ve gelirim terziliktendir. Bu mahallede ordu kumandanı bir emirin sarayı var. Bir gün ikindi namazını kıldım ve mescitten çıkarak dükkânıma gelirken bu emirin körkütük sarhoş olduğunu, elini genç bir kadının çarşafına attığını ve onu zorla çekerek götürdüğünü gördüm. Kadın, ‘Ey Müslümanlar, imdadıma yetişin, ben kötü yolda olan bir kadın değilim, filanın kızı, falanın karısıyım, falanca yerde oturuyorum, herkes benim iffet ve doğruluğumu bilir. Bu beni zorla kaçırıyor, fesat çıkarması için beni büyük günaha götürüyor.’ diye bağırıyordu. Ben inancımdan dolayı sabırsız ve huzursuz olduğumdan, birkaç ihtiyarla bir o kadar dilenciyi beraberimde emirin kapısına götürdüm. Emirin ismini anarak, ‘Bağdat şehrinde halifenin başı ucunda zorla bir Müslüman kadını tutup evlerine götürüyorlar ve ona kötülük yapıyorlar, ya kadını şimdi bırakırsınız yahut Mu’tasım’ın sarayına gider zulüm edildiğini anlatırız!’ diye bağırdım.
Emir dışarı çıkıp bizi zincire vurmalarını emretti. Hepsini zincire bağlayarak dövdüler, bazısının kafasını, bazısının ellerini, ayaklarını kırdılar. Durumu görünce kaçtım. Akşam namazı vakti girdiğinden gidecek yer kalmamıştı. Namaz kıldık, yatsı namazını da eda ettikten sonra evlerimize döndük. Yatak elbisemi giyip uzandımsa da uyku tutmadı. Gece yarısı olduğu hâlde ben hâlâ olayı düşünüyordum. Eğer o adam bu kadın ile zinayı aklına koymuşsa iş olmuştur, kocası da kadını boşayacaktır. Fakat şarap içenlerin uyuyamadıklarını ve gecenin neresinde olduklarını bilemeyeceklerini duymuştum. ‘Tedbir olarak gidip ezan okuyayım, o da sabah olduğunu zannetsin, ola ki elini kadına sürmeden sarayından yolcu etsin, ben de hemen minareden inip kadını evine götüreyim, o suçsuz kadın da kocasından boşanmasın.’ dedim.
Sonra minareye çıktım ve ezanı okudum. Mu’tasım’ın bizzat uyanık olduğunu nereden bileyim? Benim ezanımı işitince çok öfkelenerek, ‘Gece yarısı ezan okuyan kişi müfsittir, ezanı duyup da sabah oldu sanarak sokağa çıkan kişiyi bekçi yakalarsa eziyet eder.’ demiş ve birini bana göndermişti. Mu’tasım niçin vakitsiz ezan okuduğumu sordu. Başımdan geçenlerle niyetimi arz ettim. Çok öfkelendi, aynı hizmetkâra görevlinin kendi adamlarıyla hemen filanca saraya giderek emiri tutuklamalarını ve yolu kesilen kadını bu gece iki güvenilir adamla kocasına göndermelerini, kocasına ‘Mu’tasım sana karının hiç günahı olmadığını söylüyor; ona eskisinden daha iyi bakmanı emrediyor.’ demelerini, emiri de acele huzuruna getirmelerini emretti.
Görevli hemen gitti, aynı saatte emiri huzura getirdi. Halife onu görünce, ‘Ey himmetsiz, benden ne himmetsizlik veya bir Müslüman hakkında ne zulüm yaptığımı, devrimde hangi Müslümana eziyet ulaştığını gördün? Nasıl helâl olmayan bir işe cesaret edebilirsin?’ dedi. Onu bir çuvala koyarak ağzını bağlamalarını ve sağlam bir değnek getirmelerini, sonra da bütün kemikleri kırılıncaya kadar emiri dövmelerini emretti. Sonra emri gereğince çuvalı olduğu gibi götürüp Dicle nehrine attılar.
Halife, ‘Bundan sonra birinin diğerine zulmettiğini veya haksız ve haram olan fiilleri işlediğini, kanun ve şeriat harici işler yaptığını görürsen, aynı şekilde vakitsiz ezan okumanı sana emrediyorum. Ben senin zamansız ezanını işitince hemen seni çağırıp o haram işin sahibini anlayıp kendi oğlum veya kardeşim bile olsa bu köpeği cezalandırdığım şekilde cezalandıracağım.’ dedi. Halife beni şereflendirdikten sonra gönderdi. Bu olayı Halife’nin bütün askeri bilmektedir. Bu emir senin altınlarını benim sözümün etkisiyle iade etmedi, Mu’tasım’ın ceza ve korkusu sebebiyle verdi. Eğer kusur etseydi hemen vakitsiz ezan okurdum. O da daha önceki emirin akıbetine uğrardı.”
Kaynak: Nizamülmülk, Siyasetnâme (Siyeru’l-mülûk), Türkçesi: Nurettin Bayburtlugil, Dergâh Yayınları, 8. Baskı, Ekim 2011.




